30 Eylül 2007 Pazar

Polis Filmi ve Düşündürdükleri

Türk sinemasının son dönemdeki çıkışı kendini yeni denemelerle göstermeye devam ediyor. Tarihi konulara eğilen ( Hacivat ve Karagöz’ü kim öldürdü) gibi filmlerin yanında deneysel olarak niteleyebileceğimiz filmler de gösterime giriyorlar. Onur Ünlü’nün ilk yönetmenlik deneyimi olan “Polis” de az önce bahsettiğim deneysel yakıştırmasına uyan bir film.

Oyuncu kadrosunda tanınmış ve tecrübeli isimleri barındıran film ilk bakışta deneysel filmlerde pek görmeye alışık olmadığımız bir yaklaşımı sergiliyor. Haluk Bilginer, Özgü Namal, Ragıp Savaş gibi isimler popüler Türk sinemasının önemli yüzleri olarak bu ilk yönetmenlik denemesi ve deneysel bir film karışımına çok büyük bir katkı yapıyorlar.

Film hakkında söylenebilecek ilk şey izleyiciyi normal bir filmin beklemiyor oluşu. Şu normal film deyişini biraz açalım: Türk sinemasında ya da Hollywood örneklerinde gördüğümüz kadarıyla; gerçekçi kurgu anlayışını pek fazla bozmayan, hatta tamamen sadık kalan filmler büyük çoğunluğu oluşturur. İzleyici de doğal olarak bu tarz filmlere alışık olduğundan örneğin polis gibi kurgusal farklılıklar taşıyan bir filmi izlediğinde filmin izleğine adaptasyon sorunları yaşayabilir.

Gerçekçi diye adlandırdığımız kurgulama tekniğine baktığımızda Aristo’nun birlik kuramlarına kadar gidebiliriz ( Çok hoş aslında. Genelde bizim entelektüel çevresinde 3 birlik kuramı olarak adlandırılan ve Aristo marifeti olarak adlandırılan manifestoyu Aristo önermemiştir. Önerdiği şey birliğin iki uzamda oluşmasıdır. 3. uzama ise şöyle bir göz kırpmıştır denilebilir. Asıl 3 birlik kuramının yaratıcısı Horatius’tur. Ars Poetika eserinde bu konuyu kendi anlayışına göre katılaştırmıştır. Zaten daha sonraki klasik oyun yazarları da bunu uygular) Fakat bizim için geçerli ölçüt Scribe’in yazdığı ve Sardou’nun geliştirdiği “ İyi Kurulu Oyun” mantığıdır. Seyircinin salt olayın özüne olan ilgisi ustalık gerektiren kurgulama yoluyla çekilir. Oyun gerilimi bilinen “serim düğüm çözüm” mantık ilerleyişinin sonucuyla ortaya çıkar.

Günümüz seyircisi de bu asırlar öncesinden kalma “İyi Kurulu Oyun” mantığına bizatihi Hollywood ve gerçekçiler tarafından öyle bir sıkı sıkıya alıştırılmıştır ki bu kurgusal mantığı kıran oyunlar ya da filmler seyirciye “Deneysel” gelecektir.

Polis filmi seyircide işte bu deneysel hissini kuvvetli ölçüde bırakacaktır. Yönetmen Onur Ünlü’yü daha ilk filminde bahsi geçen deneysel havayı yakaladığı için kutlamak gerekir. Ayrıca günün şartlarında bir sinema filmi çekmek ve bu projede batmamak, ayrı bir uğraşı konusudur. Büyük fedakarlıklar ister. İşte böyle paranın baş aktör olduğu bir alanda deneysel bir işe kalkışmaksa koca bir yüreğe sahip olmak anlamını taşır.

Film vasati izleyicimize ilk bakışta yenilikçi, sıra dışı ve ilginç gelecektir. Kurgu bozmaları, olay örgüsü kırpmaları ve değişimleri, sahne tekrarları, oyunculuk üsluplarındaki farklılıklar bu filmi şimdinin Türk sinemasında hemen ayrı bir yere koyuvermiştir. Absürd etkiler filmde oldukça pes bir tonda hissediliyor. Bu dünya açısından bir yenilik değil ama yine Türkiye için hoş bir deneme. Güzel sözlerden sonra bu yeniliklerin niteliğine de biraz eğilmemiz gerekiyor.

Uzak Doğu sinemasını pek bilmeyenler için film baştan sonra bir devrim niteliği taşıyabilir. Fakat Kitano, Miike filmlerini biraz biliyorsanız bu “yeni denemelerin” aslında sahne-sahne, büyük benzerlikler taşıyarak, daha önceden mevcut olduğunu göreceksiniz.

Yönetmenin filmi Kitano’ya ithaf etmesi biraz eleştiri dozunu aşağıya çekse de filmde gördüğümüz şeyin “ithaf” sınırlarını bariz aşmış olduğunu belirtmek isterim. Planların benzerliği karakter yaratımındaki benzerlikler hemen göze çarpıveriyor. Bir örnek vermek gerekirse Musa Rami, “Zatoichi” filmini hemen akla getirecektir. Bu örneklere Musa Rami’nin ailesiyle birlikte piknik yatığı sahneyi de ekleyebiliriz. Bu sahne aslında sinemasal gerçekçilikle iyice dalga geçerken bize güzel bir keyif de sunuyor. Fakat sahnenin yapısı Miike’nin şu anda adını hatırlamadığım bir filmine çok ama çok benziyor. Merak edenler bulabilirler. Ayrıca bu sahne Kitano’nun Takeshi filminden kopup gelmiş izlenimini de yaratmıyor değil.

Filmin deneysel bir şekilde “tweak” edildiğini de görüyoruz. Bunun en güzel örneği aynı sahnenin üç kez farklı diyaloglarla tekrarlanması. Bununla birlikte filmde çok fazla absürd hile görünüyor ama bu hileler seyirciyi ters köşeye yatırmaktan başka bir işleyiş sergileyemiyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki Absürd durumlar yaratmanın temelinde ne kadar anlamasızlık gözükse de farklı anlam düzeylerine, farklı duygu durumlarına ve farklı düşün konularına bol ve sanatlı göndermeler mevcuttur. Ya da direk ilkel bir dil kullanarak tümden bir algıya ulaşma çabaları da vardır. Salt biçimi almak biraz içi boş bir hava yaratıyor bu filmde. Çeşitli zaman atlamaları da olsa olsa “audience’s point of wiew”de bir algı kırılması yaratmaktan öteye geçemiyor.

İntihar sahnesi benim Türk sinemasında daha önce hiç görmediğim bir yenilik. Ve ilgi çekici duruyor. Seyircide çarpma hissi uyandırıyor, zaman duruyor. Ama yine biliyoruz ki bu etki aslında Japon ve Güney Kore sinemasının en temel özelliklerinden biri. Böylece bu sahne için ilgi çekici fakat yaratıcılık eksikliği olan bir sahne değerlendirmesi yapıyoruz. Bu değerlendirme filmin kendisine de denk düşüyor. İyi çekilmiş ama yaratıcılık özelliği çok az bir kalmış bir film, Polis.

Filmde farklı bir öykü anlatılmıyor.. Yönetmen daha çok anlatım biçimi ile ilgilenmiş ve seyircisini bu yolla şaşırtmak istemiş. Bunu da başardığını söylemek mümkün. Fakat filmin ciddi bir devamlılık sorunu var. Sahne kimyası ve tempo, enerji albeni sorunları ortada.

Filmde bulunan gereksiz tekrarlara gelince: Anlatıma pek bir şey kattıkları söylenemez. Filmin temposundan yiyor. Musa’nın üç defa anlatısını tekrar ettiği sahne örneğin pek bir işe yaramıyor. Musa’da bir homofobi durumu mevcut imiş. Sonuçta buna yapılan bu vurgu sadece kendi alanının altını çizmekle yetiniyor lakin filmdeki devamlılık sorunlarını çözemiyor aksine köstek oluyor. Ölüm sahnesi de ilginç aslında, dramatik önemlilik açısından pek bir yere konulamıyor. Yine salt kurgusal değişimi gösteriyor. Aslında akıllara Film Noir geliyor. Bir yanlışlıkla. Eylem kendisini mi var edecek yoksa gecikmişliği mi kendisini var edecek?
Filmde sanki absürd durum yaratma fetişizminin filmin kendi varolma nedenine tırpan vurduğunu görüyoruz. Biçime dayalı anlatım bir yenilik olmakla beraber ( Türkiye’de) mantık hataları ile dolu tamamen yedirilememiş bir eser bence Polis. Yaratıcılık ve taklitçilik konusunu kısa geçmek istiyorum. Gerçi yukarıda da belirttim ama hızlıca bakarsak:

Taksi driver’a da bir gönderme “ Are you talking to me” “Baga mi didin” oluvermiş.



Old Boy’un atmosferini sürekli soluyoruz filmde. Chan- wook Park; Old Boy’daki dövüş sahnesinde mükemmel vahşet estetiğini bize “güzel” bir biçimde sunuyor. Bu filmde buna da özenilmiş ama pek yetkin bir şey çıkamamış.
Turtles Can Fly’ daki filmin kendi kendi yerme durumunu da bu filmde görebiliyoruz. Kitano için şunu da söyleyebiliriz. Örneğin bir uzun planında alıştığımız adamın mahvolmasını zevkle seyrederiz. Canımız sıkılmaz. Polis’te de benzer ama aynı güzellikte olmayan sahneler mevcut.

Tarantino etkisi de önemli bir konu. Bildiğimiz gibi Tarantino müzik kullanmayı baya sever. Ve Tarantino’ daki eklektik müzikal yapı ile epizodik anlatım bizde bir bütün oluşturur. Ne kadar kendisini sevsek de sevmesek de. Şarkılar akıllarda kalır. Uzun dönem beynimizde uçuşur durur. Polis filminde bu farklı tarz şarkıların kollaborasyonu işini Tarantino misali görmekteyiz. Ama kollaborasyondan öteye herhangi bir eklektik estetiğe uzanamıyor bu şarkı kullanımı. Hikaye sıkışıyor. Şarkılar sıkışıyor. Kesilen konuşmalar arada kalan bölümler. Tarantino bildiğiniz gibi Rezervuar Köpekleri’ni uzak doğudan alıyor ve filmde bunu görebiliyoruz. Polis’te olduğu gibi.

Sonuç olarak Polis filmi azimli bir deneysel çalışma olarak kendi yerini Türk sinemasında hemen alıyor. Fakat yaratıcılık açısından bakıldığında Kitano’ya ithafın çok üzerinde bir özgünlük yitirme durumu da ortada. Eklektik biçimdeki absürd çağrışımlar diye bir zorlama yapmak istemiyorum fakat bu bile filmin bir entelektüel “Scary Movie” havasına bürünmesini engelliyemiyor maalesef. Filmin pazarlama biçiminin deneysel sinemadan farklı olduğunu düşünüyorum. Bilhassa oyuncu kadrosuyla. Türk Sanatının en büyük sorunu olan yaratıcılık eksikliği ve taklitçi özentiliğin umarım gittikçe daha da endüstrileşecek olan sinemamızda aşıldığı günleri görürüz.

Hiç yorum yok:

 
eXTReMe Tracker