30 Eylül 2007 Pazar

Polis Filmi ve Düşündürdükleri

Türk sinemasının son dönemdeki çıkışı kendini yeni denemelerle göstermeye devam ediyor. Tarihi konulara eğilen ( Hacivat ve Karagöz’ü kim öldürdü) gibi filmlerin yanında deneysel olarak niteleyebileceğimiz filmler de gösterime giriyorlar. Onur Ünlü’nün ilk yönetmenlik deneyimi olan “Polis” de az önce bahsettiğim deneysel yakıştırmasına uyan bir film.

Oyuncu kadrosunda tanınmış ve tecrübeli isimleri barındıran film ilk bakışta deneysel filmlerde pek görmeye alışık olmadığımız bir yaklaşımı sergiliyor. Haluk Bilginer, Özgü Namal, Ragıp Savaş gibi isimler popüler Türk sinemasının önemli yüzleri olarak bu ilk yönetmenlik denemesi ve deneysel bir film karışımına çok büyük bir katkı yapıyorlar.

Film hakkında söylenebilecek ilk şey izleyiciyi normal bir filmin beklemiyor oluşu. Şu normal film deyişini biraz açalım: Türk sinemasında ya da Hollywood örneklerinde gördüğümüz kadarıyla; gerçekçi kurgu anlayışını pek fazla bozmayan, hatta tamamen sadık kalan filmler büyük çoğunluğu oluşturur. İzleyici de doğal olarak bu tarz filmlere alışık olduğundan örneğin polis gibi kurgusal farklılıklar taşıyan bir filmi izlediğinde filmin izleğine adaptasyon sorunları yaşayabilir.

Gerçekçi diye adlandırdığımız kurgulama tekniğine baktığımızda Aristo’nun birlik kuramlarına kadar gidebiliriz ( Çok hoş aslında. Genelde bizim entelektüel çevresinde 3 birlik kuramı olarak adlandırılan ve Aristo marifeti olarak adlandırılan manifestoyu Aristo önermemiştir. Önerdiği şey birliğin iki uzamda oluşmasıdır. 3. uzama ise şöyle bir göz kırpmıştır denilebilir. Asıl 3 birlik kuramının yaratıcısı Horatius’tur. Ars Poetika eserinde bu konuyu kendi anlayışına göre katılaştırmıştır. Zaten daha sonraki klasik oyun yazarları da bunu uygular) Fakat bizim için geçerli ölçüt Scribe’in yazdığı ve Sardou’nun geliştirdiği “ İyi Kurulu Oyun” mantığıdır. Seyircinin salt olayın özüne olan ilgisi ustalık gerektiren kurgulama yoluyla çekilir. Oyun gerilimi bilinen “serim düğüm çözüm” mantık ilerleyişinin sonucuyla ortaya çıkar.

Günümüz seyircisi de bu asırlar öncesinden kalma “İyi Kurulu Oyun” mantığına bizatihi Hollywood ve gerçekçiler tarafından öyle bir sıkı sıkıya alıştırılmıştır ki bu kurgusal mantığı kıran oyunlar ya da filmler seyirciye “Deneysel” gelecektir.

Polis filmi seyircide işte bu deneysel hissini kuvvetli ölçüde bırakacaktır. Yönetmen Onur Ünlü’yü daha ilk filminde bahsi geçen deneysel havayı yakaladığı için kutlamak gerekir. Ayrıca günün şartlarında bir sinema filmi çekmek ve bu projede batmamak, ayrı bir uğraşı konusudur. Büyük fedakarlıklar ister. İşte böyle paranın baş aktör olduğu bir alanda deneysel bir işe kalkışmaksa koca bir yüreğe sahip olmak anlamını taşır.

Film vasati izleyicimize ilk bakışta yenilikçi, sıra dışı ve ilginç gelecektir. Kurgu bozmaları, olay örgüsü kırpmaları ve değişimleri, sahne tekrarları, oyunculuk üsluplarındaki farklılıklar bu filmi şimdinin Türk sinemasında hemen ayrı bir yere koyuvermiştir. Absürd etkiler filmde oldukça pes bir tonda hissediliyor. Bu dünya açısından bir yenilik değil ama yine Türkiye için hoş bir deneme. Güzel sözlerden sonra bu yeniliklerin niteliğine de biraz eğilmemiz gerekiyor.

Uzak Doğu sinemasını pek bilmeyenler için film baştan sonra bir devrim niteliği taşıyabilir. Fakat Kitano, Miike filmlerini biraz biliyorsanız bu “yeni denemelerin” aslında sahne-sahne, büyük benzerlikler taşıyarak, daha önceden mevcut olduğunu göreceksiniz.

Yönetmenin filmi Kitano’ya ithaf etmesi biraz eleştiri dozunu aşağıya çekse de filmde gördüğümüz şeyin “ithaf” sınırlarını bariz aşmış olduğunu belirtmek isterim. Planların benzerliği karakter yaratımındaki benzerlikler hemen göze çarpıveriyor. Bir örnek vermek gerekirse Musa Rami, “Zatoichi” filmini hemen akla getirecektir. Bu örneklere Musa Rami’nin ailesiyle birlikte piknik yatığı sahneyi de ekleyebiliriz. Bu sahne aslında sinemasal gerçekçilikle iyice dalga geçerken bize güzel bir keyif de sunuyor. Fakat sahnenin yapısı Miike’nin şu anda adını hatırlamadığım bir filmine çok ama çok benziyor. Merak edenler bulabilirler. Ayrıca bu sahne Kitano’nun Takeshi filminden kopup gelmiş izlenimini de yaratmıyor değil.

Filmin deneysel bir şekilde “tweak” edildiğini de görüyoruz. Bunun en güzel örneği aynı sahnenin üç kez farklı diyaloglarla tekrarlanması. Bununla birlikte filmde çok fazla absürd hile görünüyor ama bu hileler seyirciyi ters köşeye yatırmaktan başka bir işleyiş sergileyemiyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki Absürd durumlar yaratmanın temelinde ne kadar anlamasızlık gözükse de farklı anlam düzeylerine, farklı duygu durumlarına ve farklı düşün konularına bol ve sanatlı göndermeler mevcuttur. Ya da direk ilkel bir dil kullanarak tümden bir algıya ulaşma çabaları da vardır. Salt biçimi almak biraz içi boş bir hava yaratıyor bu filmde. Çeşitli zaman atlamaları da olsa olsa “audience’s point of wiew”de bir algı kırılması yaratmaktan öteye geçemiyor.

İntihar sahnesi benim Türk sinemasında daha önce hiç görmediğim bir yenilik. Ve ilgi çekici duruyor. Seyircide çarpma hissi uyandırıyor, zaman duruyor. Ama yine biliyoruz ki bu etki aslında Japon ve Güney Kore sinemasının en temel özelliklerinden biri. Böylece bu sahne için ilgi çekici fakat yaratıcılık eksikliği olan bir sahne değerlendirmesi yapıyoruz. Bu değerlendirme filmin kendisine de denk düşüyor. İyi çekilmiş ama yaratıcılık özelliği çok az bir kalmış bir film, Polis.

Filmde farklı bir öykü anlatılmıyor.. Yönetmen daha çok anlatım biçimi ile ilgilenmiş ve seyircisini bu yolla şaşırtmak istemiş. Bunu da başardığını söylemek mümkün. Fakat filmin ciddi bir devamlılık sorunu var. Sahne kimyası ve tempo, enerji albeni sorunları ortada.

Filmde bulunan gereksiz tekrarlara gelince: Anlatıma pek bir şey kattıkları söylenemez. Filmin temposundan yiyor. Musa’nın üç defa anlatısını tekrar ettiği sahne örneğin pek bir işe yaramıyor. Musa’da bir homofobi durumu mevcut imiş. Sonuçta buna yapılan bu vurgu sadece kendi alanının altını çizmekle yetiniyor lakin filmdeki devamlılık sorunlarını çözemiyor aksine köstek oluyor. Ölüm sahnesi de ilginç aslında, dramatik önemlilik açısından pek bir yere konulamıyor. Yine salt kurgusal değişimi gösteriyor. Aslında akıllara Film Noir geliyor. Bir yanlışlıkla. Eylem kendisini mi var edecek yoksa gecikmişliği mi kendisini var edecek?
Filmde sanki absürd durum yaratma fetişizminin filmin kendi varolma nedenine tırpan vurduğunu görüyoruz. Biçime dayalı anlatım bir yenilik olmakla beraber ( Türkiye’de) mantık hataları ile dolu tamamen yedirilememiş bir eser bence Polis. Yaratıcılık ve taklitçilik konusunu kısa geçmek istiyorum. Gerçi yukarıda da belirttim ama hızlıca bakarsak:

Taksi driver’a da bir gönderme “ Are you talking to me” “Baga mi didin” oluvermiş.



Old Boy’un atmosferini sürekli soluyoruz filmde. Chan- wook Park; Old Boy’daki dövüş sahnesinde mükemmel vahşet estetiğini bize “güzel” bir biçimde sunuyor. Bu filmde buna da özenilmiş ama pek yetkin bir şey çıkamamış.
Turtles Can Fly’ daki filmin kendi kendi yerme durumunu da bu filmde görebiliyoruz. Kitano için şunu da söyleyebiliriz. Örneğin bir uzun planında alıştığımız adamın mahvolmasını zevkle seyrederiz. Canımız sıkılmaz. Polis’te de benzer ama aynı güzellikte olmayan sahneler mevcut.

Tarantino etkisi de önemli bir konu. Bildiğimiz gibi Tarantino müzik kullanmayı baya sever. Ve Tarantino’ daki eklektik müzikal yapı ile epizodik anlatım bizde bir bütün oluşturur. Ne kadar kendisini sevsek de sevmesek de. Şarkılar akıllarda kalır. Uzun dönem beynimizde uçuşur durur. Polis filminde bu farklı tarz şarkıların kollaborasyonu işini Tarantino misali görmekteyiz. Ama kollaborasyondan öteye herhangi bir eklektik estetiğe uzanamıyor bu şarkı kullanımı. Hikaye sıkışıyor. Şarkılar sıkışıyor. Kesilen konuşmalar arada kalan bölümler. Tarantino bildiğiniz gibi Rezervuar Köpekleri’ni uzak doğudan alıyor ve filmde bunu görebiliyoruz. Polis’te olduğu gibi.

Sonuç olarak Polis filmi azimli bir deneysel çalışma olarak kendi yerini Türk sinemasında hemen alıyor. Fakat yaratıcılık açısından bakıldığında Kitano’ya ithafın çok üzerinde bir özgünlük yitirme durumu da ortada. Eklektik biçimdeki absürd çağrışımlar diye bir zorlama yapmak istemiyorum fakat bu bile filmin bir entelektüel “Scary Movie” havasına bürünmesini engelliyemiyor maalesef. Filmin pazarlama biçiminin deneysel sinemadan farklı olduğunu düşünüyorum. Bilhassa oyuncu kadrosuyla. Türk Sanatının en büyük sorunu olan yaratıcılık eksikliği ve taklitçi özentiliğin umarım gittikçe daha da endüstrileşecek olan sinemamızda aşıldığı günleri görürüz.

PORNOGROFİK TOPLUM VE SERSERİ BULUT

Tsai ming-liang. Dilimiz biraz zor dönüyor ama bu uzak doğulu yönetmenin adınınhafızalarımıza işlemesi kaçınılmaz olacak gibi geliyor bana . Bu adamın SerseriBulut " The Wayward Cloud" isimli filmini izledim geçenlerde "Filmekimi" içingittiğim Emek Sineması'nda. Konusu basit : Porno filmlerde oynayan bir adam"Hsiao-Kang" , onu seven bir kız "Shiang-Chyi" . İlginçlik ise mekanlardan geliyor. Porno filmlerin çekildiği yer kızın yan dairesi! Filmdeki diğer birunsur da şehrin büyük bir susuzluk çekmesi ve herkese karpuz yeme tavsiyesiverilmesi. Sahnelerin arasında müzikli danslar serpiştirilmiş. Olabilecek engrotesk seks ve iğrençliği görüyorsunuz bu müzikal kısımlarda. Bunun nedeninidaha sonra açıklayacağım. Filmi farklı açılardan izlemek mümkün. Şöyleki :

Post - modern toplum eleştirisi

Sembolist bir yaklaşımla yola çıkarsak - ki yönetmen de aynı görüşü paylaşmışbir röportajında - susuzluk teması büyük önem taşıyacaktır filmde. Su temasınıkullanırken aslında sevgiyi anlatıyor bize. Büyük binaların duvarlarıoluşturduğu labirentte keşmekeş hüküm sürmektedir. Öyle bir kaos ortamı vardırki insan rahat hareket edemez bile. Bugüne kadar okuduğumuz ve izlediğimiz tümHapishane - Modern kent mitoslarını bu benzerliği güçlendirmek içinkullanabiliriz.

Hayatı devam ettirmek için gereken temel içecek olan su bile yoktur bu çelik veasfalt çölde. Sevgi - su alegorisini düşünecek olursak sevgiyi çoktan yitirmiştirbu kentin insanları. Sözde özgür özde totaliter düzenin yayın organlarıysa heryerde karpuz suyu içilmesini önermektedir (istemektedir!). Kimse de suyunyokluğunu anlamaya çalışmaz ve karpuz sularını doya doya içer. Bir kişi dışında:Hhsiao-kang. Bu adam sevgilisinin kendi eliyle verdiği karpuz suyunu bile hemenpencereden aşağı döker. Peki bu adamın başka ne gibi bir özelliği vardır? Pornofilmlerde oynamak. O karpuz suyu için diyen kurulu düzen güçlerinin bizedayattığının neredeyse mantıksal eşleniği olan şeyi sürekli yaşamaktadır. Hergün porno filmlerde oynar. Biz de seyirci olarak bunları uzun uzun izliyoruzfilm boyunca. Gerçek sevgi kalmamıştır bu şehirde.

Hsiao-Kang' ın aydınlığı

Bu adam belki farkındadır belki değildir ama bize dayatılan şeyin ucuzluğunuçok iyi biliyor. Bunu biraz açmak gerekirse kendi hayatımıza ve çevremize birazbakabiliriz. Bir gazeteciye gidelim herhangi bir popüler dergi alalım.Karşılaşacağımız şeyler neler mi? Erkek veya kız arkadaş elde etmenin 10 yolu.Yatakta partneri mutlu edecek olan 9 özel nokta. Saat reklamlarında bilegördüğümüz neredeyse birbirine tıpatıp benzeyecek esmer kumral sarışın kızılhatunlar yada erkekler. Karpuz tavsiyesi had safhada! Otomobil dergisi alınyada. Güç göstergesi makineler. Kaç km hız yapıyorlar? Motor hacimleri ne kadarvs vs. . Karpuz kokusu alıyorum yine. Reklamları seyredin isterseniz. En güzel,en güçlü nasıl olunur? Cevabı veren çok şey görüceksiniz. Herhangi biriniçevirin cep telefonuna bakın. Eğer telefon görüntü kaydedebiliyorsa bulmaoranınız yuzde 90 olan bir şey olacak orada: Gamze Özçelik'in tecavüzgörüntüleri. Ne kadar da istiyoruz bunları. Iraktaki işkence fotograflarınabakın, bir de grup seks resmi edinin bir yerden. Fotograflar arasındaki 7 farkıbiraz zor bulacağınıza bahse girerim. Pornografinin ve onun getirdiği güç, ezme,baskı uygulama gibi kavramların egemen olduğu bir yaşam karşımıza çıkıyor.Vaatler de hep bunlar. Hep Karpuz suyu öneriyorlar bize. Asıl sevgininyokluğunun sıkıntısını çekiyoruz.

Şimdi filme dönelim. Ülkemizde çoğu erkeğin ütopyası olan bir skor hadisesiiçinde Hsiao - Kang. Hergün porno filmlerde oynuyor. Belki de rüyayıgerçekleştiriyor. Ama sonuç ortada. İçi boş olanı kavrayabiliyor. Ona verilenkarpuz sularını içmiyor.

Pornografi nerede duruyor?

Pornografi belki de görselliğin son noktası. Gizin yitirilmesi belki de. Herşeyeulaşan medeni insanoğlunun ulaştığı son nokta. Ruhumuz ve aklımız arasında birbağ varsa belki bu bağın gizemi insanı gerçek insan yapabiliyor. Ama pornografibu bağı yok ediyor, salt sonuca ulaşılan objeyi ki buna en iğrenç kafa kesmegörüntüleri de diyebiliriz; Amerikan askerlerinin işkence görüntüleri dediyebiliriz; porno filmlerdeki gizliliğin kalktığı her saniyeyi de diyebiliriz.

Hayvanlaşmanın, zevklerin sömürülmesinin Batı uygarlığının sonuca ulaşmaçabasıyla, gizemi kaldırmasıyla, hızıyla eşitlenmesidir. Peki bu durum istenilenbir şey mi ? Gördüklerimiz evet dedirtiyor. Kadın ve erkeğin haz almamekanizmasını bile kontrol ediyor artık sistem. Büyük bir kontrol mekanizmasınınson halkası. Beynimizi çoktan esir almışlardı, artık en temel duygularımızı daesir alıyorlar. Büyük şirketler pornografiye milyonlarca dolar yatırım yapıyor.Herşey o kadar kolaylaştırılıyor ki. Tiyatro seyretmeye bile üşeniyoruzkumandamızla koltuğumuza tünüyoruz. İşte pornografi de bu gibi zorunluluklarıkaldırıyor. Asıl hissettiğimiz şeylerle eğlenmek, sevmek, sevişmek bunlarınhepsi zaruret ve gereksiz adlediliyor. Amaç yaşamak değil sonuç oluyor.Belki şunu bile diyebiliriz. Batı uygarlığı şuanda bir pornografimedeniyetidir. Bu filmde bunları görmekse içimi biraz olsun ferahlatmıştıbunları sinemaseverlerle paylaşacağım diye ama yanılmışım. Nedeni sonra....***Sevgiyi arıyor bu filmde insanlar. Sevgi yerine de zevk öneriliyor,dayatılıyor. Filmde de bol bol bunları görebiliyoruz. Bir sahnede porno filminçekimini dakikalarca izliyoruz. İzledikçe sıkılıyoruz, dayanamıyoruz. Hattafilmi izlemeyi bırakıp gidenler de olabiliyor. Ama sonra iki sevgilinin HARDolmayan ve asıl sevgiyi gördüğümüz sevişme sahnelerini gördüğümüzde farkıanlayabiliyoruz.Çok başarılı bir yönetmen. Pornografi karşıtıyım diyor, erotizmi övüyor. Filmide bunu başarıyor. (MU)? Çünkü filmi birlikte izlediğim sinemaseverlerin(!)maalesef yüzde doksanı filmi "aaa pozisyona bak" gibi cümlelerle geçirip 110dakikayı büyük bir kahkaha tufanı içinde bitirdiler. Ben ve benim gibilersegördüğümüz iğrençliğin şaşkınlığıyla mide krampları geçirdik. Serseri Bulutölü bir kadınla çekilen porno filmin etileyici ve itici sahneleriyle bitiyor.Ama salondakiler hala gülüyor.

Aşkın İklimleri

Türk sinemasının son dönemine damgasını vurmuş bir isim: Nuri Bilge Ceylan. Biraz da şartların gerektirdiği bir minimalistlik anlayışı ile yaptığı filmlerle dünya festivallerindeki ödülleri silip süpürmüş birisi. Çok fazla tanıtmaya da gerek yok. Genelde ana haber bültenlerinde ödülünü gurur-mutluluk karışımı bir edayla kaldırırken gördüğümüz bu kır saçlı aile babasının yüzüne de sinemasına da artık iyice alıştık.

Yeni filmi İklimler , bu orta yaş üstü adamın yüzünü daha da güldüreceğe benziyor. Nuri Bilge Ceylan sinemasında alışık olduğumuz muhteşem kareleri bu filmde de görmek mevcut. Yine Tarkovski vari uzun planlar ve sahneler de filmimizi oluşturan temel unsurlar. Son dönemde Hollywood’un iyice unuttuğu yakın plan çekimler ise karakterlerimizin ruh hallerini çok güzel bir biçimde yansıtıyor. Günümüz dünyasında yaşayan insanların belki de en büyük sorunu yabancılaşma. Filmlerinde yabancılaşma temasını çok güzel, yalın ve yetkin bir biçimde kullanan Ceylan, İklimler’de de yabancılaşma kavramını es geçmiyor. Fakat bu filmde ana ekseni aşk teması oluşturuyor. Uzak’ta iki arkadaşın(?) birbirine yabancı kalarak yaşadığı evrene konuk oluyorken İklimler’de ise iki sevgilinin aşk ilişkisine yakın plan giriyoruz.

Birbirinden sürekli sıkılan çiftimizin, belli ki ilişkilerine yenilik olsun diye çıktıkları tatilde de sıkılganlıkları gideceğine; beraber zaman geçirememelerinin ve sürekli umutsuzluk üretmelerinin sebebiyle oluşturdukları tavana vurmuş karşılıklı nevroz; entelektüel ikilimizi tatil bitmeden ayırıyor. Uzak’ta kullanılan iletişimsizlik temasını aşk ilişkisinde görmek seyircide yeni ufuklar açacağa benzer. Başka bir tema da samimiyetsizlik. Karakterlerin her iç çekişi aslında cevabı ruhlarına tamamen sinmiş sorunlara yanıt vermeme isteğinin oluşturduğu benlik kavgasındaki bunalımın bir tezahürü oluyor adeta. Cevaplardan ne kadar kaçsalar da sorunlar sürekli patlak veriyor. Ve en sonunda ayrılık kaçınılmaz oluyor.Yabancılaşma, samimiyetsizlik gibi konuların yanında yalnızlık da yine önemli bir faktör. Filmdeki bütün karakterler birbirlerine ne kadar yakın olsalar da hakikatte sadece tek başlarına oldukları izlenimini veriyorlar. Yapay konuşmalar, ağızlardan çıkan güvensiz sözcükler yalnızlık zindanından kaçma adına zemine iğne ile açılmaya çalışılan başka bir çukur gibi duruyor. Sonuçsuz ve cılız.

Yönetmenimiz insanda olan “iyi şeylere” de yer vermiyor değil. Film tüm insanlığın aslında bir iyi olma hali için attığı adımları aşk ilişkisi paralelinde çok güzel yansıtıyor. Tabi bunlar nafile adımlar. Tıpkı değiştim diyen adamın değişmediği, mutlu olduğunu varsayan kadınınsa aslında mutlu olmadığı gibi. En azından insan filmde de gördüğümüz şekilde, özlem duygusunu içinde hissediyor ve yeni bir adım atıyor. Kum çuvalına bir yumruk daha atıyor.

Bahsettiğim ruh halleri film süresince değişkenlik göstermekte. Karakterlerin baskınlık durumları da tıpkı iklimler ve ruh halleri gibi farklılaşmakta. Kabaca bir iklim- duygu alegorisi yapmak istesek de bu benzetimin kuvvetliliği maalesef bir “İlkbahar,Yaz ,Sonbahar Kış…İlkbahar” kadar olamıyor. Kim Ki Duk neredeyse bir insan ömrünü yine minimal ve pastoral çizgilerde doğu felsefesi ile birlikte mükemmelce harmanlayıp insanın hayvansı doğasının ve kendini adadığı terbiye(kültür?)disiplininin savaşına harikulade bir biçimde yaklaşıyordu. Alegorinin neredeyse tüm taşları yerli yerindeydi. İklimler’de ise maalesef aşkın değişen koşullarına olan bir göndermeden öteye geçemiyor bu durum. İklimler temasında kanımca yönetmen farklı mevsimlerde yaratacağı sahnelerde kendi temasını olanca gücüyle zenginleştirmek istiyordu ki bunu da gayet güzel bir şekilde başardığı görülüyor.

Az önce bahsettiğim yabancılaşma ve yalnızlık temasının son derece sıcak ve cıvıl cıvıl olması beklenen Akdeniz yazında dikkat çekici derecede iyi nakledilmesi de yönetmenin artısı olsa gerek. Böylelikle Uzak’ta olduğu gibi kış mevsiminin getirdiği görselleri kullanarak yalnızlık ve yabancılaşma hissi yaratabileceğini gösteren yönetmenimiz bu işlevi yaz mevsiminde de güzelce uygulayarak kendi yetisini de bir bakıma kanıtlıyor. İşlenen tema aşk olduğundan dolayı kimi yerlerde klişelere kaçıldığını da görüyoruz. Bilhassa filmin son kısımlarına doğru.

Aşk teması içinde söylenebilecek daha bir çok söz olduğu kanısındayım. Ve salt aşkın üzerine yoğunlaşıldığı takdirde farklı bir filmin oluşacaktır. Bilhassa Aşk Üzerine Kısa Bir Film’de Kieslowski’ nin değindiği konulara pek fazla değinilmiyor bu filmde. Daha çok aşkı yaşamaya çalışan ve birlikte yaşama çabasındaki insanların öyküsü İklimler’de ön plana çıkıyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmlerine göre daha büyük bir bütçe ile çekilen film bu özelliği ile kendini hemen belli ediyor. En ince detayları bile yakalayan kamera müthiş bir görsel ziyafet veriyor yaklaşık yüz dakika boyunca. Cannes’da kendini tekrar ediyor diye eleştiri alan yönetmen aslında bu filmde sinemasını biraz değiştiriyor. Sürekli bir biçimde akan planlar bazen organik bir yapıdan öte fotoğraf galerisini andırıyordu yönetmenin eski filmlerinde. İklimler’de ise planlar arasında gerçekten hoş bir geçme var. Fakat bu durum fotoğraf duruluğunun filmden gittiği anlamına gelmiyor. Bilakis hareketli bir sahnede bazen bir an zamanın durduğunu hissediyorsunuz ve yaşamın durup durmadığı ile ilgili sorular kafanızda belirivermeye başlıyor. Ama kısa bir aradan sonra bu yavaşlamaların olduğu harika görüntüler akmaya başlıyor. Herhangi bir kötü intibayı seyircide bırakmadan. Nuri Bilge Ceylan eski filmlerinde kullandığı fotoğraf görselliğini İklimler’de daha da üst noktalara taşırken, olağanüstü şık kompozisyonlarıyla biz seyircileri büyülemeye devam ediyor. Türkiye’nin harika yörelerinden fevkalade güzel enstantanelerle içimizi aydınlatıyor. Örneğin tatil olarak gidilen yer Kaş. Kaş’ın enfes doğası ile Akdenizin tarihi dokusundan da yararlanmayı biliyor yönetmemiz işin doğrusu. Bilhassa ikilimizin yakıcı Akdeniz güneşi altındaki deniz kenarında oturdukları bir plan var ki tekrar tekrar izlemeye layık. Uzakta geçen bir yelkenli ve birbirinden ayrı insanlar, kompozisyonu tamamlıyorlar.

Diyaloglardaki kırıklık ve yavanlık ilk görüşte basit hatalar ya da oyunculuk noksanları gibi gözükse de aslında birbiriyle doğru düzgün konuşmayı bile beceremeyen ve güvensiz insanın doğasını saydamca neşrediyor. Çeşitli düş sahnelerinin de yer aldığı İklimler ; Nuri Bilge Ceylan sinemasına farklı bir soluk getirirken kendi tarzından da çok bir sapma göstermiyor. Uzak ‘ın seviyesini çoğu yerde yakalamayan film; kimi pik noktalarında ise dünya sinemasının son dönemdeki en önemli örneklerinden bir haline geliyor.

Aşk Üzerine Kısa Bir Film


magda: bana aşıksın demek?
tomek: evet
magda: e peki ne istiyorsun?
tomek: hiçbir şey
magda: beni öpmek mi istiyorsun?
tomek: hayır
magda: benimle yatmak mı istiyorsun?
tomek: hayır
magda: peki ne istiyorsun onu söyle?
tomek: hiçbir şey.

Aşkın, sevginin, cinselliğin, ihtirasın, tutkunun ve şu anda sayamadığım fazlaca ruh halinin sınırlarında bir ip cambazı zarafetinde dolaşan film: Aşk üzerine kısa bir film . İnsan ruhunun en dolambaçlı noktalarını video görselliğinin bütün avantajlarını kullanarak aydınlatıyor. Kieslowski’ nin tüm filmlerinde olduğu gibi yine bir sinema şöleni. İzleyiciyi her sahnesiyle doyuran, dantel gibi işlenmiş bir şaheser. Övgü dolu kelimelerin bir saplantının ürünü olduğunu sanıyorsanız yanılmıyorsunuz! Film hakkında en son sarf edilecek cümleleri daha başta kullanarak yargımı şimdiden yapmış olsam da bu film için böyle bir girizgahın daha şık olacağı kanısındayım.

Komünist Polonya’nın betonarme sitelerinde yaşayan Tomek; Yaşlı kadın ile birlikte hayatını sürdürmektedir. Gündüzlerini postahanede veznedarlık yaparak geçiren 19 yaşındaki genç, geceleri ise karşı apartmandaki 30’unu aşkın güzel Magda’yı dikizleyerek geçirmektedir. Bu vaziyet neredeyse bir saplantı durumuna gelmiştir.

Herhangi bir röntgencilik hikayesini andırsa da filmi izlediğinizde genç ve “saf” bir aşık olan Tomek’in ; aşkın anlamını yitirerek bunu salt sevişme ve cinsel hazza indirgeyen Magda ile yaşadığı tutku dolu bir öykü göreceksiniz.

Filmlerinde toplumsal sorunlardan ziyade insanın içinde bulunduğu psikolojik durumlara belli bir felsefi perspektiften yaklaşan Kieslowski, kullandığı temalarla çağın Shakespeare’i olma yolunda hızla ilerliyor. Kalp krizi sonucu ölümünden yıllar sonra bile. Aynı büyük İngiliz’in yaptığı gibi aşk, kıskançlık, cinayet, iktidar hırsı, özgürlük gibi insan doğasının bulanık kalmış, çözülemeyen, içgüdüsel mahallerinde dolaşıyor. Filmlerinde bizi sinema sanatının zirvelerine taşıyıp bu konular hakkındaki uzun felsefi yazıların aktarabileceğinden çok daha fazla düşünceyi, seyirciye farkında olmadan aktarıyor ve kafamızda bir yığın soru işareti ile filmden ayrılmamızı sağlıyor.

Yazının başlangıcındaki diyalog belki de şu aşk mevzuuna ; iki zıt karakterin üzerinde yoğunlaşmış farklı bakış açılarının son derece basit ama bir o kadar da sanatlı anlatımını ifade ederek yaklaşıyor.

Uzun planları, Kieslowski’ye has film içindeki küçük bilmececikleri ( Beyazlı Adam kim? ) barındıran film; bitirildiği yılın üzerinden 20 sene geçmesine rağmen sıcaklığını hala en yüksek mertebede koruyor. Örneğin diğer daire için sakın ateş yakmayın sesini duyduktan sonra kibritini çakıp ateş yakar Tomek. Biz de izlerken kendimizden geçeriz bu sahne karşısında. Polonya’nın kapalı, bulutlu atmosferi filmin dokusuyla çok güzel uyuşuyor. Renk kullanımı ise (kırmızı,beyaz,mavinin sembolizmi ; yoksa bir haber miydi bize 1988’de! Ya da gri sarımtırak ve karaltılı Polonya havası ) içine girdiğimiz his dünyasını enfes bir biçimde bütünlüyor.

Çok güzel ve alımlı bir kadın olan Magda’yı izlerken onun soğuk yüzüne başta alışamasak da; dakikalar geçtikçe bu sarışına tutkun olabilecek bir havayı ağır ağır hissetmeye başlıyorsunuz. Oyunculuklar açısından film çok yüksek bir notu hak ediyor. Yaşlı kadının gelişen acı durumlara verdiği tepkiler çok ama çok anlamlı. Tomek’in aşkını ve kararlılığını yüzünde rahatça okuyabiliyorsunuz.

10 emirden esinlenerek çekilen on Dekalog serisinden biri olan Öldürme Üzerine Kısa Bir Film ile birlikte uluslar arası alanda gösterime giren filmin senaryosunu, diğer dekaloglarda da olduğu gibi Krzysztof Piesiewicz ile birlikte hazırlıyor Krzysztof Kieslowski ustamız. Şahane müzikleri besteleyen ise Üç Renk ve Veronika’nın Çifte Yaşamı’nda da müzik yapacak olan Zbigniew Preisner . Her sahnede mükemmel bir organik bütünlükle kulağımıza gelen tınılar Aşk üzerine kısa bir film’i daha üst katmanlara çıkarıyor.

Sinemayı seven herkesin izlemesi gereken bir film. Gerçekçiliğin büyüleyiciliği ile etkilenmek büyük ihtimalle izleyen her seyircinin film bittikten sonra yaşayacağı bir süreç olacaktır.
 
eXTReMe Tracker